_Ben gidince ne olur ?
_Ben gidince ne olur? Hiç bir şey değişmez benden önce varolan, üzerine
kar yağmış, çeşmeleri donmuş bahçelerde yaşam aynı umursamazlıkla sürer.
Kim üzülür ardımdan diye düşününce de kimsenin adı gelmiyor usuma: Yokluğumu duyumsama olasılığı olanlar ya gittiğim yerde bekliyor olacaklar ya da birer birer benim arkamdan ağlayamayacakları uzaklıklar yerleştiriyorum onlarla arama.
Yalnız gitmek istiyorum. Hiç gelmemiş olmayı istiyorum. Yürüdüğüm yolların iki yanında uzanan yapıların benim onları ilk gördüğüm günden bu yana değiştirilmemiş olmalarını, sokağa her çıkışımda yabancı bir ülkenin ilk kez gittiğim bir kentine adım atmış gibi olmamayı istiyorum. Uzaklara yolculuk beklenmeyenin coşkusunu taşırsa keyiflidir, ama bağlanıp yaşamayı seçtiğin şehirde her gün bunu yaşamak can sıkıntısı yaratıyor.
İnsanlar üremenin hem eyleminden hem de sonucundan hoşlanıyorlar: Giderken yolcu edecek birileri, gözyaşı dökecek kimseleri olsun istiyorlar.
Ben eylemden hoşnudum, fakat sonuca ulaşmayı hiç amaçlamadım. Tekdüzeliğimi bozmak istemedim; değişiklik önermedim yaşama: Yeni gelen hiçkimse kurtarmayacaktır yerküreyi.
Çiçeğim yok. Meyvem çok. Dut ağaçları gibiyim. Güzelliğimi yalnız kuşlar biliyor, bu da bana yetiyor.
Kim üzülür ardımdan diye düşününce de kimsenin adı gelmiyor usuma: Yokluğumu duyumsama olasılığı olanlar ya gittiğim yerde bekliyor olacaklar ya da birer birer benim arkamdan ağlayamayacakları uzaklıklar yerleştiriyorum onlarla arama.
Yalnız gitmek istiyorum. Hiç gelmemiş olmayı istiyorum. Yürüdüğüm yolların iki yanında uzanan yapıların benim onları ilk gördüğüm günden bu yana değiştirilmemiş olmalarını, sokağa her çıkışımda yabancı bir ülkenin ilk kez gittiğim bir kentine adım atmış gibi olmamayı istiyorum. Uzaklara yolculuk beklenmeyenin coşkusunu taşırsa keyiflidir, ama bağlanıp yaşamayı seçtiğin şehirde her gün bunu yaşamak can sıkıntısı yaratıyor.
İnsanlar üremenin hem eyleminden hem de sonucundan hoşlanıyorlar: Giderken yolcu edecek birileri, gözyaşı dökecek kimseleri olsun istiyorlar.
Ben eylemden hoşnudum, fakat sonuca ulaşmayı hiç amaçlamadım. Tekdüzeliğimi bozmak istemedim; değişiklik önermedim yaşama: Yeni gelen hiçkimse kurtarmayacaktır yerküreyi.
Çiçeğim yok. Meyvem çok. Dut ağaçları gibiyim. Güzelliğimi yalnız kuşlar biliyor, bu da bana yetiyor.
Çiçeklenme
_Nereye aitsin çiçeklenen erik dalı? Bu renksiz, kötü kokulu, senin boyunu geçen, hatta yarım yüzyıllık çınarlara tepeden bakan kent yapılarının lutfedilmiş aralığına dirim taşıyan köklerinin anası olan çekirdek bir dağ kasabasından bu deniz kıyısı şehrine geldiğinde her ilkbaharda yeniden gökyüzüne beyaz kelebeklerini salarken böyle puslu sabahları mı bekliyordu?
Hep bir can acısı, hep bir olamayanı, gerçekleşmeyecek olanı oldurma uğraşı; bitmeyen bir kış korkusu. . . taş kadar ruhu olmayan beton yapıların gölgesinden sıyıramadığın dalların bir özveri simgesi gibi candan ayrılmış, kurumuş, gücünün yettiğine özsu sağlayıp çiçekleniyorsun kış ortasında: Bir intihar bekleyişi tomurcuklarına kar düşmesini göze almak, fakat sanki reddetmek istediğin bir belalı erk katıyor soğuğun yüzüne sunduğun filizlerin, bir istenmedik ilkyaz daha ekliyorsun sokakta oynayan çocukların bağırışları ile gövdendeki halkalara.
Nereye gideceksin? Bırakmıyor işte peşini yaşamak denen hastalık: Sen sana bile muhtaç değilken meyvelerine, yapraklarının serinliğine düşkün olanlar toprağına eğilip solmak isteyen varlığını yalnız bırakmıyor, bilmiyorlar ne çok istediğini ıssız bir tepede yalnızca çiçektozlarını savuracak sağanakları dinleyerek uykuya yatmayı ve o uykudan uyanmamayı.
Hep bir can acısı, hep bir olamayanı, gerçekleşmeyecek olanı oldurma uğraşı; bitmeyen bir kış korkusu. . . taş kadar ruhu olmayan beton yapıların gölgesinden sıyıramadığın dalların bir özveri simgesi gibi candan ayrılmış, kurumuş, gücünün yettiğine özsu sağlayıp çiçekleniyorsun kış ortasında: Bir intihar bekleyişi tomurcuklarına kar düşmesini göze almak, fakat sanki reddetmek istediğin bir belalı erk katıyor soğuğun yüzüne sunduğun filizlerin, bir istenmedik ilkyaz daha ekliyorsun sokakta oynayan çocukların bağırışları ile gövdendeki halkalara.
Nereye gideceksin? Bırakmıyor işte peşini yaşamak denen hastalık: Sen sana bile muhtaç değilken meyvelerine, yapraklarının serinliğine düşkün olanlar toprağına eğilip solmak isteyen varlığını yalnız bırakmıyor, bilmiyorlar ne çok istediğini ıssız bir tepede yalnızca çiçektozlarını savuracak sağanakları dinleyerek uykuya yatmayı ve o uykudan uyanmamayı.
Düşüş
_Pencereyi açtım, karanlıkta bekleyen çelik gibi, keskin havayı içime çekerek düşmekte olan her bir kar tanesini incelemeye çalıştım; hepsinin adına ayrı ayrı öyküler yarattım: Kırmızı neonlara doğru uçuşanlar bir zamanlar bir gelinciğin kanı olabilirdi, gecede yol alarak bir çiçek saksısına konuverenler yorgun bedenlerini toprakta dinlendirmeye hazırlanır gibiydiler ve serserice uçuşlarını sürdürüp hava akımlarının sırtında bir o yana bir bu yana savrulanlar da henüz taze olan varlıklarının keyfini sürmekteydiler. Önünde sonunda toprağa düşmek mi? Nereden bilebiliriz; denize de karışabilir, uykudaki bir ağacın tepesine konarak onun ilkbahardaki uyanışında içtiği ilk damla da olabilir. Bir çocuğun beresine konup onun sıcak yuvasında erimek ya da güzelliğini sergilemek için saçlarını açmış genç bir insanın saç tellerinde ışıltılı birer damlaya dönüşerek onu süslemek de olasılıklar arasında.
Hiç de zavallı değil kar taneleri. . . öyle hürler ki gecenin ortasında. . .
Hiç de zavallı değil kar taneleri. . . öyle hürler ki gecenin ortasında. . .
Erime
_Bitkinim, yorgunum; yağmur altındaki yürüyüşümden geriye delik deşik bir gövde, kirlerinden arınmış bir akıl ile döndüm. Bu kent bir tek yağmurda bir de kar altında güzel. Aklımı yıkayan topraktan yükselen buğunun kokusu değildi. Yağmurun yıkayıp götürdüğü söylenegeldiği kadar doğru değil; her damla düştüğü noktayı eriterek sürüklüyor ve yavaş yavaş çözülerek yıkılıyor beden. Acı vermese de yokoluşunu hissedebiliyor insan. Gökyüzündeki bulutlardan düşen su damlaları birer birer acı anıları eritirken beni de siliyordu tüm görüntüleri kesintiye uğratan kamçılarıyla ardına sığınanları koruyan camlardaki diğer yansımalar gibi.
Usumu yeniden düzenlenmiş, içi kargacık burgacık yazılarla ve sararmış yapraklarla dolu küflenmeye yüz tutmuş halinden umut ışığıyla aydınlanmış ya da yaşama sevincine kavuşmuş diye tanımlanamayacak, fakat yine de başka bir şeye dönüştürmüş olan ise ıslanmaktan korkanların koşsalar da kaçamayacakları yaşamlarına geri döndüklerini: Ne yağmurun ne de çirkinlikleri örtmeye çalışacak olan gününü bekleyen karın kenti bir böcek yuvası olmaktan çıkartamayacağını anlamış olmamdı. Pek çok kimse tarafından hamamböceklerine benzetilen insanların kentlerindeki yaşam biçimi, farklı bir seçenek getiren herkesi öğütüyordu; böceklerin ölüleri çeneleriyle öğütüp tüketmesi gibi.
Başkalaşıp diğer insanlara tepeden bakmak ile aralarında yaşamayı benimsemek arasında kararsız kalmak en büyük sorundu: Yaşamın sorunu da, anlamı da buydu: Beslenme, barınma ve üreme sırasını izleyince bu durağa varılıyordu. Kendi boyutundaki diğer yaşam biçimleriyle birarada kalıp da göze çarpmadan, bir yandan da onları öldüresiye rahatsız eden davranışlarla canlı kalmaya çalışmak. . . kalın zırhlara bürünerek iyice uzak, ama yanıbaşlarında, yanılsama içinde yaşam sürdürmek mümkün; bu onlardan olamadığını karşılıklı bilerek yaşamak demek ki incinemez görünen her birinin ince kabuğunun altında birbirlerine benzeyen bu yabanıl canlılar bunu sürdürüyorlar. Nedir yüzümü göstersem apaçık saldırmaksızın bakakalmaktan alıkoyan onları, ben bunca severken her birinin iğrenç gülüşlerini?
Her yağmur altında yürüyüşümde biraz daha çözünüp kendi çavlanıma karışırken biliyorum sığındıkları yuvalarında eriyerek yokolan pekçokları ağlıyor birbaşlarına.
Usumu yeniden düzenlenmiş, içi kargacık burgacık yazılarla ve sararmış yapraklarla dolu küflenmeye yüz tutmuş halinden umut ışığıyla aydınlanmış ya da yaşama sevincine kavuşmuş diye tanımlanamayacak, fakat yine de başka bir şeye dönüştürmüş olan ise ıslanmaktan korkanların koşsalar da kaçamayacakları yaşamlarına geri döndüklerini: Ne yağmurun ne de çirkinlikleri örtmeye çalışacak olan gününü bekleyen karın kenti bir böcek yuvası olmaktan çıkartamayacağını anlamış olmamdı. Pek çok kimse tarafından hamamböceklerine benzetilen insanların kentlerindeki yaşam biçimi, farklı bir seçenek getiren herkesi öğütüyordu; böceklerin ölüleri çeneleriyle öğütüp tüketmesi gibi.
Başkalaşıp diğer insanlara tepeden bakmak ile aralarında yaşamayı benimsemek arasında kararsız kalmak en büyük sorundu: Yaşamın sorunu da, anlamı da buydu: Beslenme, barınma ve üreme sırasını izleyince bu durağa varılıyordu. Kendi boyutundaki diğer yaşam biçimleriyle birarada kalıp da göze çarpmadan, bir yandan da onları öldüresiye rahatsız eden davranışlarla canlı kalmaya çalışmak. . . kalın zırhlara bürünerek iyice uzak, ama yanıbaşlarında, yanılsama içinde yaşam sürdürmek mümkün; bu onlardan olamadığını karşılıklı bilerek yaşamak demek ki incinemez görünen her birinin ince kabuğunun altında birbirlerine benzeyen bu yabanıl canlılar bunu sürdürüyorlar. Nedir yüzümü göstersem apaçık saldırmaksızın bakakalmaktan alıkoyan onları, ben bunca severken her birinin iğrenç gülüşlerini?
Her yağmur altında yürüyüşümde biraz daha çözünüp kendi çavlanıma karışırken biliyorum sığındıkları yuvalarında eriyerek yokolan pekçokları ağlıyor birbaşlarına.
Gece Ziyaretçisi
Dolunay parçalanıp dökülüyor avuçlarıma
Yıkılmayı bekleyen evinin kapısına asılı aynana her baktığımda
Çalan zilleri duyan yok diyor komşular
Her gün denizler kentindeki toprağının altından çıkıp bana misafir geldiğini bilmiyorlar
Maviye dönüyor ayışığında gündüz ışığı reddeden laleler
Aynanda seni değişmeden bulduğumda
Şiiri yırtılıp atılan çocuğun hıçkırığı kapı arkalarında
Yara kabuğu gibi soyulmuş çatıdan yıldızlara yükseliyor
Dolunay bir daha, bir daha düşüp parçalanıyor
Kırıkları kanıyor parmaklarımda, sobada yanan mandalina kabuğu kokusuyla,
Kovalayıp dünyanın etrafında sana hep aynı mevsimi getirdiğimin işaretini görmüyorlar.
Yıkılmayı bekleyen evinin kapısına asılı aynana her baktığımda
Çalan zilleri duyan yok diyor komşular
Her gün denizler kentindeki toprağının altından çıkıp bana misafir geldiğini bilmiyorlar
Maviye dönüyor ayışığında gündüz ışığı reddeden laleler
Aynanda seni değişmeden bulduğumda
Şiiri yırtılıp atılan çocuğun hıçkırığı kapı arkalarında
Yara kabuğu gibi soyulmuş çatıdan yıldızlara yükseliyor
Dolunay bir daha, bir daha düşüp parçalanıyor
Kırıkları kanıyor parmaklarımda, sobada yanan mandalina kabuğu kokusuyla,
Kovalayıp dünyanın etrafında sana hep aynı mevsimi getirdiğimin işaretini görmüyorlar.
Giden Gemiler
_Bakakaldığım yörüngesiz akşamlar
Sabittir evlerin güneşle yanan camlarında
Dönemem savrulmuşum soğuk sulara
Ben seçseydim düşerdim kıraç toprağa
Tek tek bitirilir gün dedikleri limanlar
Oynar durur dünden silinmemiş bulutlar ufukta
Gözden yitemedim, gittiğim yere varırım sonunda
Talihsiz bir niyet kuşu
Seçemedim bana yazılan suçu
Yakıp savurmazlarsa kemiklerim kalır arta
Marmara’ ma.
Sabittir evlerin güneşle yanan camlarında
Dönemem savrulmuşum soğuk sulara
Ben seçseydim düşerdim kıraç toprağa
Tek tek bitirilir gün dedikleri limanlar
Oynar durur dünden silinmemiş bulutlar ufukta
Gözden yitemedim, gittiğim yere varırım sonunda
Talihsiz bir niyet kuşu
Seçemedim bana yazılan suçu
Yakıp savurmazlarsa kemiklerim kalır arta
Marmara’ ma.
Giderken
Yağmur uğurluyor ağzında zakkum tadıyla
Beyaz ve siyah aklımda sepya bakışlar
Ve elimden tutmayanlar
Dün özlemişim sizi
Bugün ölümü erteleyen masalcıyım
Kendime anlattıklarımdan bıkmadım
Yaralarımın kanlarına avuç tutmadım
Binbir gecenin sonuyum
Yedi denizden taşınır sularım, cellatıma güzel kokmalıyım.
Beyaz ve siyah aklımda sepya bakışlar
Ve elimden tutmayanlar
Dün özlemişim sizi
Bugün ölümü erteleyen masalcıyım
Kendime anlattıklarımdan bıkmadım
Yaralarımın kanlarına avuç tutmadım
Binbir gecenin sonuyum
Yedi denizden taşınır sularım, cellatıma güzel kokmalıyım.
Guguk Kuşu
_Usuma geldikçe. . . usuma geldikçe üzülmemem için bugüne kadar denenmiş yöntemlerin dışında yeni yöntemler önermeliler bana: Davranışbilimin sağaltım yollarının sonuna geldim. Evet, bu yolların vardığı yer umduğum gibi aydınlık, gözalabildiğine uzanan bir düzlük. Bağımlılık yaratacak ve hayıflanmaların çivileriyle dolu bir yatakta da belleğime yerleşmiş, neredeyse belleğimin oluşmasını sağlamış içsel gerçekliklerimden kaçamayacağımı, onlara yeni karabasanlar ekleyeceğimi biliyorum. Kişiliğimi olabildiğince yozlaşmasına izin vermeden duygusal ve bedensel sarsıntılara dayanabilecek duruma getirdim; bundan bir adım ötesi bambaşka bir kişiliğe dönüşmektir ki artık yapıyı yıkıp, araziye başka bir yapı uzmanıyla hem işleri hem de yapım malzemesi farklı bir barınak kurmanın kazançlı bir yanını da göremiyorum.
Öfke, keder kovuldu belleğimden, ama anıların kendileri yırtılıp atılabilen fotoğraflar gibi silinemiyor varolmayı sürdürdükleri yerden. Bu anımsamaların yaşattığı üzüntü neden, ne için, niye sorularının taşıdığı kendine acıma gözyaşlarını getirmiyor. Bunca öfkeden, kederden sıyrılabilmek, iyileşebilmek için harcanan süreyi yaşayamayışıma üzülüyorum. Hastalık öldürebilirdi, fakat iyileşmeye çalışırken de ömrüm neredeyse bitti.
Bir avuç çocukluk aldım, dönüyorum dağların arasındaki geniş ovaya kurulmuş kentden. Bulutlar gibi yolculuk ediyorum artık.
Öfke, keder kovuldu belleğimden, ama anıların kendileri yırtılıp atılabilen fotoğraflar gibi silinemiyor varolmayı sürdürdükleri yerden. Bu anımsamaların yaşattığı üzüntü neden, ne için, niye sorularının taşıdığı kendine acıma gözyaşlarını getirmiyor. Bunca öfkeden, kederden sıyrılabilmek, iyileşebilmek için harcanan süreyi yaşayamayışıma üzülüyorum. Hastalık öldürebilirdi, fakat iyileşmeye çalışırken de ömrüm neredeyse bitti.
Bir avuç çocukluk aldım, dönüyorum dağların arasındaki geniş ovaya kurulmuş kentden. Bulutlar gibi yolculuk ediyorum artık.
2027
“ Kim bu yazar? “
Soruyu yanıtlamaya hazırlanan beyaz sakallarının ucuna tutunan kar taneleri buz tutmaya başlamış, başına eğreti bir biçimde yerleştirdiği kırmızı yünden örülmüş beresinin altından görünen seyrek beyaz saçlarından alnına doğru inen terler soğuk havayla karşılaşınca coşkusunun ısısıyla buza dönemeden buharlaşan, seksenli yaşlarını sürmekte olan bu yaşlı gazeteci yazar Beyoğlu ‘nun kar ve çamura bulanmış caddesinde kalın yün eldivenlerle koruduğu parmaklarının arasındaki kitabı düşürmeden bir kaç sayfayı çevirmeye, hem kayıp yere düşmeden arkadaşına yetişmeye, hem de çok beğendiği bu kitaptan bir kaç satır okuyup böylece sağlam örneklemelerle iyi bir eser olarak gördüğü kitabın yazarı hakkında güzel sözler söyleyebilmek için düşüncelerini toplamaya çalışıyordu.
Kendisinden bir iki adım önde yürüyen; düştüklerinde birer bacaklarını, daha kötüsü, kalça kemiklerini kırmaları kesin sonuç olacağından yıllar önce döşenmiş pahalı döşeme taşlarının çoktan yer yer parçalanıp artık kar ya da yağmur yağmasa bile yürünemeyecek hale gelmiş eski bir Roma yoluna benzeyen bu yolda kendisine destek olup hiç değilse yanında yürüyerek düşme korkusunu gidermeyi aklının köşesinden bile geçirmeyen kendisinden on yaş genç arkadaşı ise yalnızca ondan yükselecek açıklayıcı tümcelere kulak kabartmış, sesini duyma bekleyişi içinde bir yandan da soğuk hava dalgası yüzünden haftalardır kapalı olan mağazaların buz sarkıtlarının ardından görebildiği kadarıyla vitrinleri hakkında fikir edinmeye çalışıyordu.
Bu görüntüyle geçen beş dakikanın sonunda;
“ Eeeh, hadi, ama, “ diyerek arkasına döndüğünde yaşlı gazeteci - yazar arkadaşı da okuyup yorumlayacağı sayfayı bulmuş, ağzına soğuk havayı doldurmuş, tam arkasında durarak konuşmaya hazırlanıyordu: Aldığı derin soluğu bir seferde dışarı salarak:
“ İşte, “ dedi, “ işte artık yazılmayan, okumayı özlediğimiz şeyler. “
Ama sözcüklerinin sessiz sokakta yankılanışından nefesinin tümcesini bitirmeye yetmediği anlaşılıyordu. Derin bir soluk daha aldı, fakat kendisinden daha genç olmasına karşın daha kilolu olduğu için bir kat yaşlı görünen, sağlığını korumaktansa sokakta yürüdüğünde tanınmayı, hatta soğuktan ve hiç bir şeyden korkmayan bir kişilik olduğunu kanıtlamayı istediği için ince bir ipek fular ve siyah deri eldivenleri, ama varsıllığını da göstermek istediği için uzun, kalın siyah paltosuyla sokağa çıkmış, başında yok denecek kadar kalan saçlarını hiç utanmadan ( bu tanımlama yaşlı gazeteci - yazar arkadaşına aitti ) boyamayı sürdüren bu yetmiş yaşının üzerindeki, paltosunun yakasını kaldırmadığı için saçlarına tutunabilen kar kümesinin türüdükçe kulaklarının üzerine, boynundan içeri dökülmesini hissetmeyecek kadar üşümüş diğer eski gazeteci ise birdenbire durup arkasına dönünce burun buruna geldiği eski dostu ve meslekdaşı - nın başının üzerinden – daha kiloluydu, ama bir o kadar da uzun boyluydu, kırmızı beresi boyuna biraz katkıda bulunsa da sakalları artık tek bir buz kütlesi halini almış ga – zeteci – yazar, kara paltolu arkadaşının yanında epeyce kısa kalıyordu, uzaklarda bir yere bakıyor, gözlük camlarındaki buğunun ardından gözlerini iyice kısarak, dudaklarını büzerek dikkatini toplamaya çalışıyordu:
“ Şuradaki sizin eldiveniniz mi? “
Kırmızı beresini başından savuracak bir hızla geriye dönen yaşlı gazeteci – yazar içinden türlü çeşitli renkte sözcük kümeleri geçirerek yere düşüp çamurlu suya bulanmış eldiven tekini yerden alarak kendisini beklerken, bir dükkanın camına yaklaşmış, elini de gözlerinin üzerine siper ederek içeriyi görmeye çalışan arkadaşının yanına gelip beresini yeniden başına geçirdikten sonra o da vitrine doğru bakarak, bir yandan da artık kullansa da bir yarar sağlamayacağını düşündüğü ıslak eldivenini silkeleyerek:
“ Hep böyle yapıyorsunuz, söylediklerime dikkatinizi vermiyorsunuz. Eldivenim orada kalabilirdi, oysa ben size bu kitaptan bir iki satır okumak istiyordum. “ dedi.
Hareketsiz kaldığı için soğuğu daha fazla hissetmeye başlayan arkadaşı kalın, kar tutmayacak kadar sık dokunmuş siyah paltosunun yakasını kaldırarak:
“ Vallahi, merak etmiyorum desem yalan olur. İyisi mi buralarda daha fazla oyalanmadan gidelim şu kitabevine de ben de evde bıraktığım kitabın yerine bir tane daha alayım, ikimiz de imzalattıktan sonra nasıl olsa yazar da açıklama yapacaktır. Hadi Emre Bey, hadi, hızlanalım. “ diyerek hem konuşup hem nereye bastığına dikkat etmeden hızlı adımlarla arkasını dönüp yürümeye başladı.
Eldivenli elindeki kitabın bir yerlerine açıkta kalan elinin işaret parmağını sıksıştırmış, aynı elnin yüzük ve serçe parmaklarıyla az önce yere düşüp ıslanmış eldivenini tutmaya çalışan gazeteci Emre Bey kendisinden iki metre uzaklaşmış, değil kendisini dinlemek, kendisiyle hiç bir ortak düşüncesi olmayan bu meslekdaşına şu telaşlı heyecanı yaşatan bu imza gününde hiç bir şey söylemeden sabırla eşlik etmesinin daha doğru olacağına karar verip ardından yürümeye başladı. Nasıl olsa bir kaç adım sonra ona yetişirdi. Ah, eskiden yaptıkları o tartışma programında olsa ne güzel yanıtlar bulup yapıştırırdı. Artık zihni çok mu yavaşlamıştı, yoksa zaten bu nasıl dostluktur diye arada sırada kendini de sorguladığı ilişkilerinde olgun davranması gereken yine kendisi olduğu için mi kendini bu inatçı, vurdumduymaz adamı, Beyoğlu ’nu, Taksim ‘i ölüm sessizliğine gömen şu soğuk havayı arkasında bırakıp sıcak evine koşmaktansa yine onunla biryerlere gitmeye zorluyordu? Elindeki kitabı hatırladı: İşaret parmağını arasına sıkıştırdığı sayfaların arasındaki eli soğuktan hissizleşmeye başlamıştı. Parmağını sayfaların arasından çekerken gözlüğünde hızlı yürümeye çalışması nedeniyle sık sık solup alıp verirken oluşan buğunun izin verdiği ölçüde satırlara göz gezdirdi: Kar diyordu, Galatasaray diyordu, renklerden sözediyordu. Eldivensiz elini balıksırtı desenli yün kabanının cebine sokup kitabı eldivenli eliyle güvenceye almak için göğsüne doğru kaldırdı.
Artık daha seri adımlarla yürüyebiliyordu. Siyah paltosunun içinde dış etkilerden korunmak için büzülmeye çalışıyormuş gibi görünen arkadaşı önünde yürürken kamburunu çıkartıyordu. Yanına yaklaşınca: “ Biliyor musunuz, buralar hakkında da yazmış? “ diyerek yine imza gününe gittikleri yazar hakkında konuşmak için ortaya bir laf attı.
Daha fazla konuşmalarına gerek kalmadı, kitabevinin önüne gelmişlerdi. Siyah paltosunun yakasını indirip ipek fularını düzeltmekle meşgul olan arkadaşı:
“ Hadi Emre Bey, girelim de tanışalım şu gençle, diyerek kendisini dışarıya davetkar bir sıcaklık yayan kitapçının kapısından içeri attı. Arkadaşının arkasından onu takip ederek oturduğu masanın çevresini saran kalabalıktan hiç de şikayetçi olmayan, önüne yğılmış kitapların birini alıp imzalayıp ithaf sözcükleri yazan, sonra diğer kitaba geçen genç yazara doğru yaklaşmaya çalıştı.
Demek buydu: Yıllardır herkesin yazmayı bıraktığı, dönüp dönüp eski kitapları okudukları, bir süredir eski kitaplardan da geriye bir şey kalmadığından ancak yazılanları anımsamaya çalıştıkları, yazarak üretmenin unutulmuş bir meslek halini aldığı bugünlerde durmaksızın yazan, işi bu olmamasına karşın, sözcüklerle oynayan, küresel yokoluşun getirdiği buz çağında, onun öncesinde yaşanan tufanlarda yazmaktan vazgeçmeyen tek insan buydu demek? Yaşamaktan bile, yarınından ümidini kesmiş insanlara bu dayanılmaz soğukta yürüyerek ayağına kadar gelmeye kalkışmalarını sağlayacak kadar cesaret veren o insan buydu demek ki. Eski gazeteci ve yazar Emre Bey yazarın oturduğu masaya yaklaşıp onunla gözgöze gelince şöyle bir yaş hesabı yaptı: Karşısındaki orta yaşlı kişi, o mesleğinin en parlak günlerini yaşarken en fazla yirmili yaşlarında olmalıydı. Kitabını imzalaması için uzattığında gözlerinin içinde kendisinin yıllar önce damarlarında dolaştığını duyumsadığı yakıcı bir kendine güven ve yaşama sevincinin ışıklarının pırıltılarını gördü. İnsanların unutmaya başladığı duyguları onlara yeniden anlatıyordu bu yazar, herşeyden öte, yazmakta inat ediyordu. Ne olmuştu da hayatta kalmakla insanca hissetmenin aynı şey olduğunu unutuvermişti insanlar, bu yazar işte bunu yeniden kendilerine sormalarını sağlıyordu.
Kitabını imzalatmaktan daha çok bu kitaplarda yazanları arkadaşıyla eski günlerdeki gibi tartışabileceğini düşünmek coşturuyordu Emre Beyin içini. Hem içerinin kalabalığından, sıcaklığından hem de kendisinin yazmaktan, dile getirmekten vazgeçtiği, kendisinin yarım bıraktığına inandığı düşüncelerin kimsenin düşleyemeyeceği biçimlerde yazılmasından duyduğu hoşnutlukla ısınmaya başlamıştı.
Hissettiği sıcaklık dalga dalga bedenine yayıldı ve eve dönünce yeniden yazmaya başlayabileceği hayaliyle yüzünde beliren gülümsemeyi saklama gereğini görmeden kalabalığın içinde kendisinden daha genç ve uzun olmasına karşın her zaman daha başarısız olduğunu düşündüğü eski dostunu aramaya koyuldu: Ona yeniden yazabileceğini, yeniden yaşadığını hissetmeye başladığını söylemeyecekti; fikirlerini çalabilir, o da yıllar sonra mesleğine dönmeye çalışabilirdi.
En doğrusunun o beceriksiz arkadaşını orada bırakıp bir an önce evine giderek kitabıyla bu, kaleminden hayat fışkıran yazarın diğer kitaplarıyla başbaşa kalıp sonra da daha fazla beklemeden kendisinin de yazmaya başlaması olacağını düşündü: Kalabalıktan sıyrılıp aceleyle, kabanını, kırmızı beresini, tek eldivenini bile giymeden, az önce yazarına imzalattığı kitabına sıkı sıkı sarılarak kapının ardında bekleyen dondurucu soğuğa çıktı. İçerinin sıcaklığının ardından dışarıdaki hava soluk almaktan korkutacak kadar insanın canını yakıyordu. Elinden geldiğince hızlı bir şekilde kabanını gidi, beresini yine aceleyle başına şöyle bir oturttu ve bu kez tek eldivenini giymeyi bile düşünmeden yaşlı ve yorgun bacaklarının son gücüyle Taksim ‘e doğru yürümeye başladı. Sımsıkı kucakladığı kitap bir kor parçası gibi vücuduna sıcaklık yayıyordu. Böyle duyumsamasının nedeni evine gittiğinde yakmaya kıyamadığından en sona bıraktığı kendi yazdığı bir kaç eski kitabını bu gece ısınmak için sobada yakarken yanına oturup yeniden birşeyler yazabileceğinin hayaliydi. Yazabileceği duyguları, fikirleri olduğun düşünüyordu, ancak onları şimdilik tümceler haline getiremiyor, bulanık bir kaç sözcük ve nesne adı dışında bir şeyler anımsayıp yazıp yazamayacağından emin olamıyordu. Herşeye karşın bunları düşlemek bile yüzüne gülümseyen bir ifade yerleşmesine yetiyordu.
Eski gazete yazarı Emre Beyin elinde kalan son yakacak olarak kullandığı kendi yazdığı kitaplarını sobasında yakarken yayılan tatlı sıcaklıkta elfenerine koyduğu son pillerinin yarattığı ışıkla kendisine bu kadar heyecan veren yazılarını okuduğu yazarın kitabına dalıp gittiğinde bilmediği şey İstanbul ‘da hayatta kalmış herkesin o gece emre Bey ve arkadaşı gibi bu yazarın yeni kitabını okumak için evlerine, odalarına çekildiği, dünyanın yeniden yaşanası bir yer olacağı umudunu içlerinde canlandıran sözcüklerin arasında yıllardır karşılaştıkları tüm yıkımları unuttuklarıydı.
Soruyu yanıtlamaya hazırlanan beyaz sakallarının ucuna tutunan kar taneleri buz tutmaya başlamış, başına eğreti bir biçimde yerleştirdiği kırmızı yünden örülmüş beresinin altından görünen seyrek beyaz saçlarından alnına doğru inen terler soğuk havayla karşılaşınca coşkusunun ısısıyla buza dönemeden buharlaşan, seksenli yaşlarını sürmekte olan bu yaşlı gazeteci yazar Beyoğlu ‘nun kar ve çamura bulanmış caddesinde kalın yün eldivenlerle koruduğu parmaklarının arasındaki kitabı düşürmeden bir kaç sayfayı çevirmeye, hem kayıp yere düşmeden arkadaşına yetişmeye, hem de çok beğendiği bu kitaptan bir kaç satır okuyup böylece sağlam örneklemelerle iyi bir eser olarak gördüğü kitabın yazarı hakkında güzel sözler söyleyebilmek için düşüncelerini toplamaya çalışıyordu.
Kendisinden bir iki adım önde yürüyen; düştüklerinde birer bacaklarını, daha kötüsü, kalça kemiklerini kırmaları kesin sonuç olacağından yıllar önce döşenmiş pahalı döşeme taşlarının çoktan yer yer parçalanıp artık kar ya da yağmur yağmasa bile yürünemeyecek hale gelmiş eski bir Roma yoluna benzeyen bu yolda kendisine destek olup hiç değilse yanında yürüyerek düşme korkusunu gidermeyi aklının köşesinden bile geçirmeyen kendisinden on yaş genç arkadaşı ise yalnızca ondan yükselecek açıklayıcı tümcelere kulak kabartmış, sesini duyma bekleyişi içinde bir yandan da soğuk hava dalgası yüzünden haftalardır kapalı olan mağazaların buz sarkıtlarının ardından görebildiği kadarıyla vitrinleri hakkında fikir edinmeye çalışıyordu.
Bu görüntüyle geçen beş dakikanın sonunda;
“ Eeeh, hadi, ama, “ diyerek arkasına döndüğünde yaşlı gazeteci - yazar arkadaşı da okuyup yorumlayacağı sayfayı bulmuş, ağzına soğuk havayı doldurmuş, tam arkasında durarak konuşmaya hazırlanıyordu: Aldığı derin soluğu bir seferde dışarı salarak:
“ İşte, “ dedi, “ işte artık yazılmayan, okumayı özlediğimiz şeyler. “
Ama sözcüklerinin sessiz sokakta yankılanışından nefesinin tümcesini bitirmeye yetmediği anlaşılıyordu. Derin bir soluk daha aldı, fakat kendisinden daha genç olmasına karşın daha kilolu olduğu için bir kat yaşlı görünen, sağlığını korumaktansa sokakta yürüdüğünde tanınmayı, hatta soğuktan ve hiç bir şeyden korkmayan bir kişilik olduğunu kanıtlamayı istediği için ince bir ipek fular ve siyah deri eldivenleri, ama varsıllığını da göstermek istediği için uzun, kalın siyah paltosuyla sokağa çıkmış, başında yok denecek kadar kalan saçlarını hiç utanmadan ( bu tanımlama yaşlı gazeteci - yazar arkadaşına aitti ) boyamayı sürdüren bu yetmiş yaşının üzerindeki, paltosunun yakasını kaldırmadığı için saçlarına tutunabilen kar kümesinin türüdükçe kulaklarının üzerine, boynundan içeri dökülmesini hissetmeyecek kadar üşümüş diğer eski gazeteci ise birdenbire durup arkasına dönünce burun buruna geldiği eski dostu ve meslekdaşı - nın başının üzerinden – daha kiloluydu, ama bir o kadar da uzun boyluydu, kırmızı beresi boyuna biraz katkıda bulunsa da sakalları artık tek bir buz kütlesi halini almış ga – zeteci – yazar, kara paltolu arkadaşının yanında epeyce kısa kalıyordu, uzaklarda bir yere bakıyor, gözlük camlarındaki buğunun ardından gözlerini iyice kısarak, dudaklarını büzerek dikkatini toplamaya çalışıyordu:
“ Şuradaki sizin eldiveniniz mi? “
Kırmızı beresini başından savuracak bir hızla geriye dönen yaşlı gazeteci – yazar içinden türlü çeşitli renkte sözcük kümeleri geçirerek yere düşüp çamurlu suya bulanmış eldiven tekini yerden alarak kendisini beklerken, bir dükkanın camına yaklaşmış, elini de gözlerinin üzerine siper ederek içeriyi görmeye çalışan arkadaşının yanına gelip beresini yeniden başına geçirdikten sonra o da vitrine doğru bakarak, bir yandan da artık kullansa da bir yarar sağlamayacağını düşündüğü ıslak eldivenini silkeleyerek:
“ Hep böyle yapıyorsunuz, söylediklerime dikkatinizi vermiyorsunuz. Eldivenim orada kalabilirdi, oysa ben size bu kitaptan bir iki satır okumak istiyordum. “ dedi.
Hareketsiz kaldığı için soğuğu daha fazla hissetmeye başlayan arkadaşı kalın, kar tutmayacak kadar sık dokunmuş siyah paltosunun yakasını kaldırarak:
“ Vallahi, merak etmiyorum desem yalan olur. İyisi mi buralarda daha fazla oyalanmadan gidelim şu kitabevine de ben de evde bıraktığım kitabın yerine bir tane daha alayım, ikimiz de imzalattıktan sonra nasıl olsa yazar da açıklama yapacaktır. Hadi Emre Bey, hadi, hızlanalım. “ diyerek hem konuşup hem nereye bastığına dikkat etmeden hızlı adımlarla arkasını dönüp yürümeye başladı.
Eldivenli elindeki kitabın bir yerlerine açıkta kalan elinin işaret parmağını sıksıştırmış, aynı elnin yüzük ve serçe parmaklarıyla az önce yere düşüp ıslanmış eldivenini tutmaya çalışan gazeteci Emre Bey kendisinden iki metre uzaklaşmış, değil kendisini dinlemek, kendisiyle hiç bir ortak düşüncesi olmayan bu meslekdaşına şu telaşlı heyecanı yaşatan bu imza gününde hiç bir şey söylemeden sabırla eşlik etmesinin daha doğru olacağına karar verip ardından yürümeye başladı. Nasıl olsa bir kaç adım sonra ona yetişirdi. Ah, eskiden yaptıkları o tartışma programında olsa ne güzel yanıtlar bulup yapıştırırdı. Artık zihni çok mu yavaşlamıştı, yoksa zaten bu nasıl dostluktur diye arada sırada kendini de sorguladığı ilişkilerinde olgun davranması gereken yine kendisi olduğu için mi kendini bu inatçı, vurdumduymaz adamı, Beyoğlu ’nu, Taksim ‘i ölüm sessizliğine gömen şu soğuk havayı arkasında bırakıp sıcak evine koşmaktansa yine onunla biryerlere gitmeye zorluyordu? Elindeki kitabı hatırladı: İşaret parmağını arasına sıkıştırdığı sayfaların arasındaki eli soğuktan hissizleşmeye başlamıştı. Parmağını sayfaların arasından çekerken gözlüğünde hızlı yürümeye çalışması nedeniyle sık sık solup alıp verirken oluşan buğunun izin verdiği ölçüde satırlara göz gezdirdi: Kar diyordu, Galatasaray diyordu, renklerden sözediyordu. Eldivensiz elini balıksırtı desenli yün kabanının cebine sokup kitabı eldivenli eliyle güvenceye almak için göğsüne doğru kaldırdı.
Artık daha seri adımlarla yürüyebiliyordu. Siyah paltosunun içinde dış etkilerden korunmak için büzülmeye çalışıyormuş gibi görünen arkadaşı önünde yürürken kamburunu çıkartıyordu. Yanına yaklaşınca: “ Biliyor musunuz, buralar hakkında da yazmış? “ diyerek yine imza gününe gittikleri yazar hakkında konuşmak için ortaya bir laf attı.
Daha fazla konuşmalarına gerek kalmadı, kitabevinin önüne gelmişlerdi. Siyah paltosunun yakasını indirip ipek fularını düzeltmekle meşgul olan arkadaşı:
“ Hadi Emre Bey, girelim de tanışalım şu gençle, diyerek kendisini dışarıya davetkar bir sıcaklık yayan kitapçının kapısından içeri attı. Arkadaşının arkasından onu takip ederek oturduğu masanın çevresini saran kalabalıktan hiç de şikayetçi olmayan, önüne yğılmış kitapların birini alıp imzalayıp ithaf sözcükleri yazan, sonra diğer kitaba geçen genç yazara doğru yaklaşmaya çalıştı.
Demek buydu: Yıllardır herkesin yazmayı bıraktığı, dönüp dönüp eski kitapları okudukları, bir süredir eski kitaplardan da geriye bir şey kalmadığından ancak yazılanları anımsamaya çalıştıkları, yazarak üretmenin unutulmuş bir meslek halini aldığı bugünlerde durmaksızın yazan, işi bu olmamasına karşın, sözcüklerle oynayan, küresel yokoluşun getirdiği buz çağında, onun öncesinde yaşanan tufanlarda yazmaktan vazgeçmeyen tek insan buydu demek? Yaşamaktan bile, yarınından ümidini kesmiş insanlara bu dayanılmaz soğukta yürüyerek ayağına kadar gelmeye kalkışmalarını sağlayacak kadar cesaret veren o insan buydu demek ki. Eski gazeteci ve yazar Emre Bey yazarın oturduğu masaya yaklaşıp onunla gözgöze gelince şöyle bir yaş hesabı yaptı: Karşısındaki orta yaşlı kişi, o mesleğinin en parlak günlerini yaşarken en fazla yirmili yaşlarında olmalıydı. Kitabını imzalaması için uzattığında gözlerinin içinde kendisinin yıllar önce damarlarında dolaştığını duyumsadığı yakıcı bir kendine güven ve yaşama sevincinin ışıklarının pırıltılarını gördü. İnsanların unutmaya başladığı duyguları onlara yeniden anlatıyordu bu yazar, herşeyden öte, yazmakta inat ediyordu. Ne olmuştu da hayatta kalmakla insanca hissetmenin aynı şey olduğunu unutuvermişti insanlar, bu yazar işte bunu yeniden kendilerine sormalarını sağlıyordu.
Kitabını imzalatmaktan daha çok bu kitaplarda yazanları arkadaşıyla eski günlerdeki gibi tartışabileceğini düşünmek coşturuyordu Emre Beyin içini. Hem içerinin kalabalığından, sıcaklığından hem de kendisinin yazmaktan, dile getirmekten vazgeçtiği, kendisinin yarım bıraktığına inandığı düşüncelerin kimsenin düşleyemeyeceği biçimlerde yazılmasından duyduğu hoşnutlukla ısınmaya başlamıştı.
Hissettiği sıcaklık dalga dalga bedenine yayıldı ve eve dönünce yeniden yazmaya başlayabileceği hayaliyle yüzünde beliren gülümsemeyi saklama gereğini görmeden kalabalığın içinde kendisinden daha genç ve uzun olmasına karşın her zaman daha başarısız olduğunu düşündüğü eski dostunu aramaya koyuldu: Ona yeniden yazabileceğini, yeniden yaşadığını hissetmeye başladığını söylemeyecekti; fikirlerini çalabilir, o da yıllar sonra mesleğine dönmeye çalışabilirdi.
En doğrusunun o beceriksiz arkadaşını orada bırakıp bir an önce evine giderek kitabıyla bu, kaleminden hayat fışkıran yazarın diğer kitaplarıyla başbaşa kalıp sonra da daha fazla beklemeden kendisinin de yazmaya başlaması olacağını düşündü: Kalabalıktan sıyrılıp aceleyle, kabanını, kırmızı beresini, tek eldivenini bile giymeden, az önce yazarına imzalattığı kitabına sıkı sıkı sarılarak kapının ardında bekleyen dondurucu soğuğa çıktı. İçerinin sıcaklığının ardından dışarıdaki hava soluk almaktan korkutacak kadar insanın canını yakıyordu. Elinden geldiğince hızlı bir şekilde kabanını gidi, beresini yine aceleyle başına şöyle bir oturttu ve bu kez tek eldivenini giymeyi bile düşünmeden yaşlı ve yorgun bacaklarının son gücüyle Taksim ‘e doğru yürümeye başladı. Sımsıkı kucakladığı kitap bir kor parçası gibi vücuduna sıcaklık yayıyordu. Böyle duyumsamasının nedeni evine gittiğinde yakmaya kıyamadığından en sona bıraktığı kendi yazdığı bir kaç eski kitabını bu gece ısınmak için sobada yakarken yanına oturup yeniden birşeyler yazabileceğinin hayaliydi. Yazabileceği duyguları, fikirleri olduğun düşünüyordu, ancak onları şimdilik tümceler haline getiremiyor, bulanık bir kaç sözcük ve nesne adı dışında bir şeyler anımsayıp yazıp yazamayacağından emin olamıyordu. Herşeye karşın bunları düşlemek bile yüzüne gülümseyen bir ifade yerleşmesine yetiyordu.
Eski gazete yazarı Emre Beyin elinde kalan son yakacak olarak kullandığı kendi yazdığı kitaplarını sobasında yakarken yayılan tatlı sıcaklıkta elfenerine koyduğu son pillerinin yarattığı ışıkla kendisine bu kadar heyecan veren yazılarını okuduğu yazarın kitabına dalıp gittiğinde bilmediği şey İstanbul ‘da hayatta kalmış herkesin o gece emre Bey ve arkadaşı gibi bu yazarın yeni kitabını okumak için evlerine, odalarına çekildiği, dünyanın yeniden yaşanası bir yer olacağı umudunu içlerinde canlandıran sözcüklerin arasında yıllardır karşılaştıkları tüm yıkımları unuttuklarıydı.
Kişiye Özel Türk Yazıtları
_Kişiye Özel Türk Yazıtları I
Bir gün soracaksın bana; ayrılık acısı nasıl geçer, bu acının içinde nasıl yaşanır?
Hafifler, yoğunluğu azalır, o düşünceye uyandığın sabahların sayısı azalır, bazen hiç aklına gelmez... çünkü artık hep oradadır.
Kişiye Özel Türk Yazıtları II
Kimi zaman ufukta görünen bir insanla birbirinize doğru yaklaştığınızı sanırsın, kavşağa gelince görürsün ki birbirine bağlanmayan yollarda ilerlemişsiniz.
Kişiye Özel Türk Yazıtları III
Sevmek eksiltilmesi en güç duygu fakat güvenmeye de gerek duyar. Özgüven ya da bağlılığı pekiştiren karşılıklı duyulan güven çekilip alınırsa aradan sevmek eylemi canlı kalamayacak kadar kan kaybeder.
Kişiye Özel Türk Yazıtları IV
Karşılaştığın pek az kimse sakat değil: Yaşama sevincini yitirmiş,insanlara ilgiyle yaklaşmayan, duygularını dışa vurmayan herkes sakat.
Birlikteliklerin seni yaralayacaktır, bu doğaldır; sakat kalmayacak kadar yüzeysel yaralar almaya çalış ve iyileşmeyi iste.
Kişiye Özel Türk Yazıtları V
Güzelliği uzak tutarak kendinden mutlu olunabileceğini sanma. Bu ancak bir felçlinin eviyle birlikte yanarken acı hissetmeyeceğine sevinmesine benzer.
Kişiye Özel Türk Yazıtları VI
Bahçeyi terketmeye karar verdiysen: Çiçeğin dikeninden yeriniyorsan dikenin çiçeği var diye sevin, diyemem sana. Bahçeye dönmeye karar vereceğin; çiçeğin dikeninden yerineceğine dikenin çiçeğini farkedip bunu bir sevince dönüştürmene sevindim, diyebileceğim bir mevsim var mı ileride?
Bir karara vardığında sonuçlarının neler olabileceğini gözden geçirebilecek kadar us sahibi olursan kimsenin sana bir yol göstermesine gereksinim duymazsın. Yolun açık olur.
Kişiye Özel Türk Yazıtları VII
Sabırsızlık, yenilme korkusudur. Bilge de olsan otuz gün sonra sana söylenebilecek sözcükleri öngöremezsin.
Erken yargılar tez adalet getirmeyebilir. Adil olmak karşındakinin söz sırasını beklemektir.
Kişiye Özel Türk Yazıtları VIII
Savaşmayı sürdürürken yenildiğini kabullenmek de neyin nesidir? Çarpışmayı yitirmiş olabilirsin, ama teslim bayrağı çekmezsen ilerleyen süreçte savaşı kazanabilirsin.
Kişiye Özel Türk Yazıtları IX
Açınca yüreğin kan rengi kanar / Rengini seviden alır acıdan yanar / Soğumaz kışda karda / Kor güneş görünmez gözüne / İçini öyle bir sarı kaplar, / Yaz bir tutam tuz olur /Eski,en derin yaraları dağlar.
Hep tomurcuk kal, hep umudun olsun.
Kişiye Özel Türk Yazıtları X
Neden? Bu sorunun yanıtı da aynı neden. Çünkü neden tersinden okununca da aynı neden.
Çünkü tüm olasılıklar tükenmiştir.
Kişiye Özel Türk Yazıtları XI
Sözcükler akıl demek, sözler duyumsadıklarımız; sözcükler insanlığın tekerlekten önce en değerli, atom bombasından sonra en yıkıcı buluşu.
Kötü İnsanın Kökleri
_Onlara kimse iyi insan olmayı öğretmemiş, bunu öğretecek kadar onları sevmemiş, sevilmemişler. Kimimiz bunu öğrenerek büyürken yenilmeyi de öğreniyoruz. Yıkılırken bile nasıl destek olunur bilmiyorlar, bu yüzden mutsuzlar.
Gölge öyle değerlidir ki içindeki ışığı görebilirsen. . .
Şimdi sallanmaya başlasa İstanbul yarım ayla aydınlatılmış kırışıksız koyu mor yatağında fillerin yıkmaya çalıştığı bir ağacın sona kalan yaprak- larından birkaçı gibi; hazırım, hatta hazıroldayım: Korkularımı tükettim- ki her insan ölüme korkularıyla gittiği için korkar ölümden: Giderken gözüm arkada kalmayacak , her hazzı öğrendim, isteklerimi geciktirmeksizin ger - çekleştirdim, istemediğim her şeyden bu en doğal hakkımdır diye kaçındım, kaçtım.
Evler üzerime çökerse kurtarılmayı istemem: Yıkılmış kentte yağma ve ölümleri izleyerek üzülmek beton kalıpların altında ölmekten daha kah – redici sağlam kalan gözler için.
Hele hainler, hele yalancılar. . . nasıl da gerçek yüzlerini gizleyemez olurlar yıkımlarda; nasıl da yaşayabileceği doğru toprağı bulan canavar çi - çekler gibi depremlerde, yangınlarda kıvrılıp kaldıkları kabuklarından serpilirler. Kimse kimseye yardım etmeyecek kendi yokoluşunu yaşadığına inanırsa. Canlı kalma içgüdüsünün herkesin sırtına yapışıp kalmış dürtüsü – dür bu ve korkularına, dizginleyemediği isteklerine, yaşamayı hakedip de elde edemediğini düşündüğü bir varoluşun elinden alındığı düşüncesine yenilenlerin baltası, satırı, bıçağı, sopası olacaktır mahşerin ilk atlısı ufukta göründüğünde.
Gölge öyle değerlidir ki içindeki ışığı görebilirsen. . .
Şimdi sallanmaya başlasa İstanbul yarım ayla aydınlatılmış kırışıksız koyu mor yatağında fillerin yıkmaya çalıştığı bir ağacın sona kalan yaprak- larından birkaçı gibi; hazırım, hatta hazıroldayım: Korkularımı tükettim- ki her insan ölüme korkularıyla gittiği için korkar ölümden: Giderken gözüm arkada kalmayacak , her hazzı öğrendim, isteklerimi geciktirmeksizin ger - çekleştirdim, istemediğim her şeyden bu en doğal hakkımdır diye kaçındım, kaçtım.
Evler üzerime çökerse kurtarılmayı istemem: Yıkılmış kentte yağma ve ölümleri izleyerek üzülmek beton kalıpların altında ölmekten daha kah – redici sağlam kalan gözler için.
Hele hainler, hele yalancılar. . . nasıl da gerçek yüzlerini gizleyemez olurlar yıkımlarda; nasıl da yaşayabileceği doğru toprağı bulan canavar çi - çekler gibi depremlerde, yangınlarda kıvrılıp kaldıkları kabuklarından serpilirler. Kimse kimseye yardım etmeyecek kendi yokoluşunu yaşadığına inanırsa. Canlı kalma içgüdüsünün herkesin sırtına yapışıp kalmış dürtüsü – dür bu ve korkularına, dizginleyemediği isteklerine, yaşamayı hakedip de elde edemediğini düşündüğü bir varoluşun elinden alındığı düşüncesine yenilenlerin baltası, satırı, bıçağı, sopası olacaktır mahşerin ilk atlısı ufukta göründüğünde.
Mart Ortası
_Gitmek için kalkıp da kapıdan dışarıya bir türlü çıkamayan, kapı ağzında lafı uzattıkça uzatan, ev sahibini yoran konuklar gibisin.
Hani, gidecektin ? Herşeyini toplamış, çantanı sırtlanmış, gideceğin adresi de bırakmıştın? O kadar uzaktan çıkıp mevsim ortası pek gelmezsin de ne olur ne olmaz, işte aynı yerkürede, görece olarak şu kadar uzakta olacağım der gibiydin: Gitmedin ki özleyeyim.
Bu kara parçasında seni; gözü yaşlı esintilerini, içimi ferahlatan fırtınalı sesini ve karanlığını, alçakgönüllülükle orana burana serpiştirdiğin bir kaç gözalıcı sepya ışıltısını benden daha çok kimse sevemez; başımın üzerinde yerin var, hiç gitme diyesim var, ama gideceksin bir sonraki dönenceye kadar, Cemre de geldi seni almaya, ben uçup gitme desem de gri bulutlarına uzanıp seyr – ü seferini tamamlayacak, seni hiç istemeyen, varışını geciktirmeni bekleyen topraklara onların anlayamayacağı yaşam gizini götüreceksin.
Ne oldu da gidemiyorsun? Çok mu istedim içimdeki hüzün kadar burada kalmanı; o kadar çok mu istiyorum benimle birlikte herkesin içinin titremesini ve soluk alırken dirilmelerini, yaşayan ölüler olmaktan çıkıp yağmur tanesindeki yaşama isteğini, rüzgardaki tohum serpen anaç elini görebilmelerini?
Fazla mı istedim güneşi göremedikleri sabahlarda bezginliklerinden sıyrılıp nasıl açarsa açsın çiçekler, oradalar hep demekten vazgeçebilmelerini, sormalarını: Neden gecikti ilkyaz?
Uğurlamaya hazırım, gitmelisin Kış. . . gidişini bu kadar ertelememelisin.
Hani, gidecektin ? Herşeyini toplamış, çantanı sırtlanmış, gideceğin adresi de bırakmıştın? O kadar uzaktan çıkıp mevsim ortası pek gelmezsin de ne olur ne olmaz, işte aynı yerkürede, görece olarak şu kadar uzakta olacağım der gibiydin: Gitmedin ki özleyeyim.
Bu kara parçasında seni; gözü yaşlı esintilerini, içimi ferahlatan fırtınalı sesini ve karanlığını, alçakgönüllülükle orana burana serpiştirdiğin bir kaç gözalıcı sepya ışıltısını benden daha çok kimse sevemez; başımın üzerinde yerin var, hiç gitme diyesim var, ama gideceksin bir sonraki dönenceye kadar, Cemre de geldi seni almaya, ben uçup gitme desem de gri bulutlarına uzanıp seyr – ü seferini tamamlayacak, seni hiç istemeyen, varışını geciktirmeni bekleyen topraklara onların anlayamayacağı yaşam gizini götüreceksin.
Ne oldu da gidemiyorsun? Çok mu istedim içimdeki hüzün kadar burada kalmanı; o kadar çok mu istiyorum benimle birlikte herkesin içinin titremesini ve soluk alırken dirilmelerini, yaşayan ölüler olmaktan çıkıp yağmur tanesindeki yaşama isteğini, rüzgardaki tohum serpen anaç elini görebilmelerini?
Fazla mı istedim güneşi göremedikleri sabahlarda bezginliklerinden sıyrılıp nasıl açarsa açsın çiçekler, oradalar hep demekten vazgeçebilmelerini, sormalarını: Neden gecikti ilkyaz?
Uğurlamaya hazırım, gitmelisin Kış. . . gidişini bu kadar ertelememelisin.
Masnu Bahar (Rüya Bu Bahar)
Sarın gözalıcı vualetini nar çiçeğim
Yalnızlığının içinden dalgalanarak taşan hüznünü sahiplen
Günaydın çiçeği kadar sabırla bekle aydınlığı
Yakıcı hoyratlıkların gölgelerine saklanıp yağmuru kolla
Acıtsa da değdiği her yaprağı
Sahici yıldızlar ve gecede eriyen kıvılcımlar
Dört bin yılda yıkılan o duvara tutkuyla sarılan sarmaşık gülü
Ve hanımeli kokusu şehirde kendine yer bulamaz
Acımış tüm meyveler, kirazlar çiçeklenmekten utanır
Çocuksuz oyunlar bitirir ömrünü aşkla
Çünkü bülbüle rakip deliler amaçsız dolaşıyor erguvan renkli adalarda.
Yalnızlığının içinden dalgalanarak taşan hüznünü sahiplen
Günaydın çiçeği kadar sabırla bekle aydınlığı
Yakıcı hoyratlıkların gölgelerine saklanıp yağmuru kolla
Acıtsa da değdiği her yaprağı
Sahici yıldızlar ve gecede eriyen kıvılcımlar
Dört bin yılda yıkılan o duvara tutkuyla sarılan sarmaşık gülü
Ve hanımeli kokusu şehirde kendine yer bulamaz
Acımış tüm meyveler, kirazlar çiçeklenmekten utanır
Çocuksuz oyunlar bitirir ömrünü aşkla
Çünkü bülbüle rakip deliler amaçsız dolaşıyor erguvan renkli adalarda.
Masumiyet
_Taş, oyuncak, biraz toprak
Kaçamayacak kadar küçük cesaretimin ayakları
Ya kapatıldığım kum saati neden bu kadar hasımla dolu
Tıka basa
Döve döve
Öldüresiye
Taş, toprak, bir kaç oyuncak
Benimle gömülmeyecek
Ağlamayacaksınız bile
Oh, değil mi bana
Oh olsun
Kötü çocuktum
İyi ki yokoldum.
Kaçamayacak kadar küçük cesaretimin ayakları
Ya kapatıldığım kum saati neden bu kadar hasımla dolu
Tıka basa
Döve döve
Öldüresiye
Taş, toprak, bir kaç oyuncak
Benimle gömülmeyecek
Ağlamayacaksınız bile
Oh, değil mi bana
Oh olsun
Kötü çocuktum
İyi ki yokoldum.
Oyuncak Kamyon
_Yaşam mutlaka yük vuracak sırtına, onun doğasında bu var: Hafifi, ağırı yok, taşıtacak sana kendini ana,baba, kadın, erkek, çocuk, sınav, ev, araba olup binbir şekle girip bir ton pamuk ya da bir ton demir olacak. Yükünü bir yerden yüklenip yıkılacak yere kadar götürmeden kurtulamayacaksın ondan. Yok, kalsın olduğu yerde, piramitleri kuranlara taş taşımasam daha iyi benim için dersen iki seçeneğin kalıyor ve yeryüzünde yaşayanlar ikisine de hayat adını vermiyor.
Bu köleliği eğlenceye çevirmek de düşgücünün yetisine kalmış: Sırtında şaklayan kırbaçlarla ne kadar gülebileceksin?
Bu köleliği eğlenceye çevirmek de düşgücünün yetisine kalmış: Sırtında şaklayan kırbaçlarla ne kadar gülebileceksin?
Ölümün Müsveddesi
_Bu ay yapılacak işler ve görülecek harcamalar dökümü: Ölümün müsveddesi. . .
Başlayan her yeni günü neşeyle karşılayıp da birşeylerin o gün değişebileceğine artık inanmayıp yeni bir günün başlangıcını katlanılır, dayanıklılık gösterilirse yavaş yavaş azalıp ortadan kalkacak bir yük gibi görmek: Yaşama miskinliği değil, ölümün gelmesi için yakarmaya ayrılmış saatlerin ağırlığı altında tembellik içinde kalmak.
Bir Viking gemisinde yakılıp denize gömülmeyi beklemektir bu; kazanılmış çatışmaların yorgunluğu içinde. Cesedi gemiyi batıracak noktaya götürmek yaşayanların işidir. Ne gerek var kendi son yolculuğun için bir kere daha küreklere asılmaya. . .
Duvarına takvim asınca da değişmiyor, iyileşmiyor o sayıları çevreleyen karelerin içine yazacağın yapılacak işler.
Acele etmeye gerek yok: Hem kül rengine dönecek hem kan rengine sular. Kırmızı, geminin kaptanı, diğer renklerin namusu hiç olmadı.
Başlayan her yeni günü neşeyle karşılayıp da birşeylerin o gün değişebileceğine artık inanmayıp yeni bir günün başlangıcını katlanılır, dayanıklılık gösterilirse yavaş yavaş azalıp ortadan kalkacak bir yük gibi görmek: Yaşama miskinliği değil, ölümün gelmesi için yakarmaya ayrılmış saatlerin ağırlığı altında tembellik içinde kalmak.
Bir Viking gemisinde yakılıp denize gömülmeyi beklemektir bu; kazanılmış çatışmaların yorgunluğu içinde. Cesedi gemiyi batıracak noktaya götürmek yaşayanların işidir. Ne gerek var kendi son yolculuğun için bir kere daha küreklere asılmaya. . .
Duvarına takvim asınca da değişmiyor, iyileşmiyor o sayıları çevreleyen karelerin içine yazacağın yapılacak işler.
Acele etmeye gerek yok: Hem kül rengine dönecek hem kan rengine sular. Kırmızı, geminin kaptanı, diğer renklerin namusu hiç olmadı.
Sabah
_Elimden tutup götürüyorsun; seninle gitmek özlediğim bir anı şimdi. Arkamızda ne bıraktığımızı bilip de umursamadan yola düşmek ne hoş bir duygu, seninle yanyana yürümeye başlayınca, ne kadar rahatlatıcı nereye götürüldüğümden kaygı duymadan yalnızca yürüyüp gitmek. . .
Sağımı solumu, üzerimdeki gökyüzünü görmeden yalnızca senin yanında olabilmenin çocukca neşesi ile bana vaadettiğin engelsiz boşlukta yürüyorum.
Elimi avucundan ayırmasam ve arada sırada özlemimi gidermek için beni avutan ziyaretlerinin sonuncusu olsa bu; gelsem artık dönmemek üzere gittiğin yere. .
Ne yazıktır, ne acıdır ki bırakıp ellerini havada, bir başıma yürüyorum senin sunduğun düşten uyanınca. Ne işim var, yeryüzünde başka sevilesi kimim var, nedir beni bağlayan: Zor bir karar değil bir daha düşten uyanmamayı seçmek, ama bu kadar yorgun olmasına karşın dik kafalı bir yaşama tutkusu ile beni her uykumdan uyandıran bedenime boyun eğiyorum, uyanıyor ve tatsız, keyifsiz, bir canı sürüklemekten başka bir şey olamayan hayata döndürüyorum adımı taşıyan ve boşlukta yer kaplamayı yeterlik sayan varlığımı. Varlık mı bu sensiz? Ben yokluğu yeğlerim.
Sağımı solumu, üzerimdeki gökyüzünü görmeden yalnızca senin yanında olabilmenin çocukca neşesi ile bana vaadettiğin engelsiz boşlukta yürüyorum.
Elimi avucundan ayırmasam ve arada sırada özlemimi gidermek için beni avutan ziyaretlerinin sonuncusu olsa bu; gelsem artık dönmemek üzere gittiğin yere. .
Ne yazıktır, ne acıdır ki bırakıp ellerini havada, bir başıma yürüyorum senin sunduğun düşten uyanınca. Ne işim var, yeryüzünde başka sevilesi kimim var, nedir beni bağlayan: Zor bir karar değil bir daha düşten uyanmamayı seçmek, ama bu kadar yorgun olmasına karşın dik kafalı bir yaşama tutkusu ile beni her uykumdan uyandıran bedenime boyun eğiyorum, uyanıyor ve tatsız, keyifsiz, bir canı sürüklemekten başka bir şey olamayan hayata döndürüyorum adımı taşıyan ve boşlukta yer kaplamayı yeterlik sayan varlığımı. Varlık mı bu sensiz? Ben yokluğu yeğlerim.
Sabık Kente Dönüş
Radyoda Nesrin Sipahi’ den “ Biraz Kül, Biraz Duman, O Benim İşte. . . “
Bir bezelyeydim
Saklıydı kibirlerim
Yarıldı karnım döküldüm kentin girişine
Her adımda aktı bereketim surların eşiğinde
Talih var, dalda kuru kabuk
Yuvarlanıp gidiyor kanlı, sıcak bir kalb yokuşlarda
Rast gelirsen bir akşam Köprü’ den dönüşünde
Tökezleyip düşeceğin yerdeyim
Çizilmemiş çevrem henüz tebeşirle
O kadar taze ölümüm.
Bir bezelyeydim
Saklıydı kibirlerim
Yarıldı karnım döküldüm kentin girişine
Her adımda aktı bereketim surların eşiğinde
Talih var, dalda kuru kabuk
Yuvarlanıp gidiyor kanlı, sıcak bir kalb yokuşlarda
Rast gelirsen bir akşam Köprü’ den dönüşünde
Tökezleyip düşeceğin yerdeyim
Çizilmemiş çevrem henüz tebeşirle
O kadar taze ölümüm.
Sandık
_Gittim, telaşlı kalabalıktan biri oldum: Sıralanmış yaşlılar bekleşirken sıra hakkını vermeye yanaşmayan, bulduğu sandalyeye tüm dünyayı omuzlanmış da artık dinlenmeye hak kazanmış gibi yayılan genç insanlar. . . hoş sözcüğü dışında pek çok çeşnide koku yayan mahallelilerin doldurulduğu bu büyük odanın yüksek ve geniş pencerelerinin dışında güneş, uzun süren kışın ardından bir evde misafir çocuk gibi neşeyle karşılanmış, bunun ürkekliği içinde kendi yarattığı gölgelere kendisi de şaşıyordu.
Dışarısı, bu büyük odanın da içinde yeraldığı çok eski bir okul yapısının kendisi ile yaşıt ağaçları dışında her toprak ve bitki zerresinin beton denen korkunç insan buluşu ile gömüldüğü, daha yüksek apartmanlarla çepeçevre sarılmış bir “ bahçe “ . Yüksek, geniş ve günışığına cömert olma hevesi sunan pencere camlarından birinin tavana yakın bir yerinde haylazlıktan mı, gücünün farkında olamadığından mı bir öğrencinin belki son yağmurlu günlerin birinde tüm çocuk şenliğiyle tekme savurduğu bir topun bıraktığı iz duruyordu bahçenin açık kalmış tek gözü gibi: Bugün için yaşça büyük ve her türlü yasal yetkiye sahip kadın ve erkeklerin sığmaya çalıştığı bu bina ve bahçe, kız ve oğlan öğrencilerin betona çarpıp yükselen seslerine ne olduğunu merak eder gibi camlardan içeriye bakmaya çalışıyordu.
Çocuk bağırtılarının olmadığı bugün sevinerek yorgunluk giderdiklerini düşünmeme neden olacak kadar büyük, kabukları yaralı ve bitkin ağaçların henüz yaklaşan ilkbaharı bile karşılayamayacak kadar uykulu, cansız ve kırık dallarına kuşlar konup kalkıyordu. Serçeler ve güvercinler sanki kendi aralarında çok eğlenceli bir oyun oynayarak dallar arasında birbirlerini kovalayıp cıvıldaşırken kullanışlı birer kuş yuvası olabilecek bu tahta sandıkların başında bekleşen insanların anlamsız eylemleriyle alay ediyorlardı. . .
Sıkıntılı kalabalıktan biri olmaktansa onlara katılıp gamsız olmak istedim.
Dışarısı, bu büyük odanın da içinde yeraldığı çok eski bir okul yapısının kendisi ile yaşıt ağaçları dışında her toprak ve bitki zerresinin beton denen korkunç insan buluşu ile gömüldüğü, daha yüksek apartmanlarla çepeçevre sarılmış bir “ bahçe “ . Yüksek, geniş ve günışığına cömert olma hevesi sunan pencere camlarından birinin tavana yakın bir yerinde haylazlıktan mı, gücünün farkında olamadığından mı bir öğrencinin belki son yağmurlu günlerin birinde tüm çocuk şenliğiyle tekme savurduğu bir topun bıraktığı iz duruyordu bahçenin açık kalmış tek gözü gibi: Bugün için yaşça büyük ve her türlü yasal yetkiye sahip kadın ve erkeklerin sığmaya çalıştığı bu bina ve bahçe, kız ve oğlan öğrencilerin betona çarpıp yükselen seslerine ne olduğunu merak eder gibi camlardan içeriye bakmaya çalışıyordu.
Çocuk bağırtılarının olmadığı bugün sevinerek yorgunluk giderdiklerini düşünmeme neden olacak kadar büyük, kabukları yaralı ve bitkin ağaçların henüz yaklaşan ilkbaharı bile karşılayamayacak kadar uykulu, cansız ve kırık dallarına kuşlar konup kalkıyordu. Serçeler ve güvercinler sanki kendi aralarında çok eğlenceli bir oyun oynayarak dallar arasında birbirlerini kovalayıp cıvıldaşırken kullanışlı birer kuş yuvası olabilecek bu tahta sandıkların başında bekleşen insanların anlamsız eylemleriyle alay ediyorlardı. . .
Sıkıntılı kalabalıktan biri olmaktansa onlara katılıp gamsız olmak istedim.
Sesleniş (her kitabın başına yazılacak)
_Hiç uyanmak istemiyorum seni gördüğüm düşlerden.
Yazılabilecek herşeyin yerküre edebiyatında dile getirildiğini söyler dururdum. Yazılabilecek her şey yazılmıştı; hiç bir şey yeni olamazdı insanlık güncesinde. . . oysa işte yazmaya değeceğini düşündüğüm bir konu, kendi kendini tasarlamış ve bugüne dek ele aldığım hiç bir konuda bulamadığım tüm derinliği, tüm o okyanus bereketi ile duruyor karşımda. Senin eleştirilerinin ışığında yazmak isterdim bunu.Yine de senin nerede nasıl eklemeler ve çıkartmalar yapabileceğini düşünmeme gerek kalmadan sen okurken sana açıklama yapmak zorunda kalacakmışım gibi, ayak seslerini, bedeninin yaydığı ısıyı, hırkanın içine sinmiş sıcaklığını duyumsayarak yazacağımı ve bunu, yazmayı bitirdikten sonra anlayacağımı biliyorum.
Sen benim üretmem, yolculuk etmem, yaşamayı sürdürebilmem için biricik itici gücüm oldun. Seni düşlerimde bana gösteren beynime, senin anılarına sadakatsizlik etmeyen belleğime minnet duyuyorum.
Bir yandan biliyorum ki mezarındaki kemiklerin bile aşınmaya yüz tuttu; bir yandan da seni capcanlı yanımda görme isteğime engel olamıyorum.
Yazılabilecek herşeyin yerküre edebiyatında dile getirildiğini söyler dururdum. Yazılabilecek her şey yazılmıştı; hiç bir şey yeni olamazdı insanlık güncesinde. . . oysa işte yazmaya değeceğini düşündüğüm bir konu, kendi kendini tasarlamış ve bugüne dek ele aldığım hiç bir konuda bulamadığım tüm derinliği, tüm o okyanus bereketi ile duruyor karşımda. Senin eleştirilerinin ışığında yazmak isterdim bunu.Yine de senin nerede nasıl eklemeler ve çıkartmalar yapabileceğini düşünmeme gerek kalmadan sen okurken sana açıklama yapmak zorunda kalacakmışım gibi, ayak seslerini, bedeninin yaydığı ısıyı, hırkanın içine sinmiş sıcaklığını duyumsayarak yazacağımı ve bunu, yazmayı bitirdikten sonra anlayacağımı biliyorum.
Sen benim üretmem, yolculuk etmem, yaşamayı sürdürebilmem için biricik itici gücüm oldun. Seni düşlerimde bana gösteren beynime, senin anılarına sadakatsizlik etmeyen belleğime minnet duyuyorum.
Bir yandan biliyorum ki mezarındaki kemiklerin bile aşınmaya yüz tuttu; bir yandan da seni capcanlı yanımda görme isteğime engel olamıyorum.
Seyir Defteri
_Bilmek istersen, dağların arasından bir ovaya doğru yapılan bu yolculuk benim için bir açık deniz serüveninden farksızdı.
Geçmiş deneyimlerim gece – gündüz hedefimi bulmamı, kaygıya düşmememi, esenlikle geri dönmemi sağladı.
Belki bu kadarı, gemiyi bir çok güçlükten sonra uğrağına geri getirme başarısı yanında kimsenin ilgisini çekmeyebilir, fakat harcanan emek karşılığını değerli kazanımlar olarak verdi. Bu benim gibi yorgun ve yeniden yola çıkmayı düşünmeyen bir gezgine belki ileride yürekli davranma gücü verir. Bu benim gibi özvarlığı olmayan ama büyük umutlarıyla ardına bakmadan yola çıkabilen biri için az bir şey değil.
Fırtınalar öyle değerli ki öncesinin ışıltılı anılarını silmez ve sonrasının dinginliğini düşleyebilirsen.
Bir sonraki borada ne yaparım, nasıl davranırım, yine canlı kalırım, biliyorum, bununla birlikte yeniden yola çıkmayı ister miyim, bu kararı o güne bırakıyorum.
Geçmiş deneyimlerim gece – gündüz hedefimi bulmamı, kaygıya düşmememi, esenlikle geri dönmemi sağladı.
Belki bu kadarı, gemiyi bir çok güçlükten sonra uğrağına geri getirme başarısı yanında kimsenin ilgisini çekmeyebilir, fakat harcanan emek karşılığını değerli kazanımlar olarak verdi. Bu benim gibi yorgun ve yeniden yola çıkmayı düşünmeyen bir gezgine belki ileride yürekli davranma gücü verir. Bu benim gibi özvarlığı olmayan ama büyük umutlarıyla ardına bakmadan yola çıkabilen biri için az bir şey değil.
Fırtınalar öyle değerli ki öncesinin ışıltılı anılarını silmez ve sonrasının dinginliğini düşleyebilirsen.
Bir sonraki borada ne yaparım, nasıl davranırım, yine canlı kalırım, biliyorum, bununla birlikte yeniden yola çıkmayı ister miyim, bu kararı o güne bırakıyorum.
Sırça Köşkte Yazılan Masal
_Ayna ayna
Söyleme bana
Yarın daha sıcak ve umutsuz olacak
Yolumu yitireceğim bir ormana rastlayamayacağım
Dağlarda açlıktan çıldırarak ağlayacağım
Ağlamaktan kuruyup tutuşacağım
Ayna, beni varsayma bu gecelerden sonra
Kırılır donarsın sırrında son bakışımla
Ayna ayna
Yokum, eksiğim, kayıbım
Kendini kandırma.
Söyleme bana
Yarın daha sıcak ve umutsuz olacak
Yolumu yitireceğim bir ormana rastlayamayacağım
Dağlarda açlıktan çıldırarak ağlayacağım
Ağlamaktan kuruyup tutuşacağım
Ayna, beni varsayma bu gecelerden sonra
Kırılır donarsın sırrında son bakışımla
Ayna ayna
Yokum, eksiğim, kayıbım
Kendini kandırma.
Sözcük Oyunları (Bulunur bir yer bir öyküde)
_ Kimi zaman o kadar acır ki canın; acıyı hissetmemek için canı içinden çıkartıp atmak istersin.
_ Hiç öyle varlık kaygılarım olmadı, çünkü aklımın tutsağıydım ben, bedenimin değil.
_ Terkedilme korkum yok, çünkü ben artık burada değilim. Tüm askerlerini yitirmiş komutan teslim olur mu, kendini vurur mu, umutsuzca direnir mi? Bu seçimleri bile yapamayacak kadar burada değilim.
_ Ne yasağı, ne ayıbı vardı, ama susturdum yıllarca aklımı.
_ Delirmek de seçimle oluyorsa, olsun isterim.
_ Bir gelincikle kıyaslanabilir yalnızlığım; kopartılıp soydaşlarından ayrılmış, bilmediği çiçeklerle bir kavanoz suya bırakılmış bir gelincikle. Ait olduğum yerde değilim, çıldırmadan nasıl dayanacağım; delilik iyi bir armağan olur yılbaşında.
_ Aklımı susturmak da mutsuzluk, çığlık çığlığa aklımla yaşamak da!
_ Senin gibi olamaz, senden başka da olamaz.
Kendindeki yapıcı özelliklere ve kurdukları düzende kötülüğü gördüğünde şaşırma: Sen iyiysen bunda bir yanlışlık yok.
_ Hiç öyle varlık kaygılarım olmadı, çünkü aklımın tutsağıydım ben, bedenimin değil.
_ Terkedilme korkum yok, çünkü ben artık burada değilim. Tüm askerlerini yitirmiş komutan teslim olur mu, kendini vurur mu, umutsuzca direnir mi? Bu seçimleri bile yapamayacak kadar burada değilim.
_ Ne yasağı, ne ayıbı vardı, ama susturdum yıllarca aklımı.
_ Delirmek de seçimle oluyorsa, olsun isterim.
_ Bir gelincikle kıyaslanabilir yalnızlığım; kopartılıp soydaşlarından ayrılmış, bilmediği çiçeklerle bir kavanoz suya bırakılmış bir gelincikle. Ait olduğum yerde değilim, çıldırmadan nasıl dayanacağım; delilik iyi bir armağan olur yılbaşında.
_ Aklımı susturmak da mutsuzluk, çığlık çığlığa aklımla yaşamak da!
_ Senin gibi olamaz, senden başka da olamaz.
Kendindeki yapıcı özelliklere ve kurdukları düzende kötülüğü gördüğünde şaşırma: Sen iyiysen bunda bir yanlışlık yok.
Taşkafa
_Çirkin, kötücül, acınacak derecede ilgiye muhtaç, para ile saygınlık kazanacağına bel bağlayan, parada da mutluluk bulamayan, huzursuz tip.
Taşkafa hakkında söylenebilecek çok sözcük var: Taşkafa’ yı tanımlamak içi boş, çatlamış, parlaklığını ve işlevselliğini yitirmiş cam bir bardağı anlatmak gibidir; boşluğunu, hiçliğini açıklayabilmek için dopdolu, canlı ve kapladığı alanın hakkını veren bir insanı anlatırken gerekeceğinden daha çok sözcük kullanmak zorunludur.
İlkokul yıllarından bu yana çirkinliği nedeniyle ne erkek ne de kız arkadaş topluluklarına katılamamış. Karşı eşeyden olanların onu aralarına almamaları anlaşılır bir şey; kendi türünden arkadaşı da yok, mahalleden tanıyıp da selam veren de yok ahbabı sanırlar diye çünkü onu gören komşuların kendilerine asla yanaşmayacaklarından korkarlar. Onunkisi öyle bir iticiliktir ki, kişiliğin dışa yansıması ancak bu kadar olur: Yanımızda bir tipsiz dursun da biz daha çekici görünelim diye bile düşünemezler onun varlığının tiksindiriciliği karşısında. Acıyıp bir kez yanında gezdiren olmuşsa da ağzını açıp konuşmaya başlayınca semt değiştirmişlerdir sonunda.
Böyle kötü niyetli ve istenmeyen biri savunma olarak elbette yine kötülüğe başvurur: Tinimi değiştireyim, yüzüme yansısın ışığı diye düşüneceğine denetimini tümüyle yitirip cazgır, görgüden bihaber, kaçınılası biri olarak ve böyle olmakta kendini haklı bularak yeryüzünde nefes almayı inatla sürdürmektedir.
Para ile güç kavramlarını birbirine karıştıran sıradan zekaya sahiplerden olduğundan tatsız yalnızlığına bununla çareler arar, başarılı olamaz. Suyunu içen, etini yiyen, bunun yanında insan diye yanında taşınmayacağını bilen midesiz bir iki sıradan zekalı parasına parası, yemeğine yemeği gözüyle bakarak ve onların da Taşkafa’ dan farklı bir yaşantıları olmadığı için kısa süreli olarak yanında görünür kaybolurlar. Bir kaç aydan uzun süreli tanıdığı yoktur.
Varlığının sonucu görüntüsünün ve sefil iç dünyasının farkında olduğundan kendini ve olduğu halini değiştirecek güce sahip olmamanın verdiği öfkeyle çevresine saldırgan davranmakta bir sakınca görmemektedir: Affedilmemek gibi bir korku taşımayı bırakalı çok olmuştur, çünkü af dilese de geri çevrileceğini öğrenmiştir.
Tanıdığı, bildiği herkesin eksik ve olumsuz yanlarını arayıp bulmaya çalışır, her olanakta bu yanlarını yüzlerine vurur ve bu davranışı öldürücü bir gereç gibi kullanır. Başkalarının eksik, çirkin yönlerini yüzlerine vurarak kendi çirkinliğinden arındığını hissettiği o kısa zaman dilimlerinin ardından aynada yine kendisi ile yüzleşmek zorunda kaldığından bu silahı pek de ölümcül olamamaktadır.
Kısır döngü içinde bu dünyada cehennemi yaşar ve baş zebani edasıyla diğer herkese bunu yaşatmaya çalışırken geceleri uyumadan önce ve sabahları uyandığında aklından silmeyi başaramadığı ve yanıtını bildiğini sandığı o soru da kırmayı başaramadığı bu çemberde onunla birlikte dönüp durmaktadır: Görüntüsü mü ona yaşam veren insanları henüz çocukken onu terketmeye zorlamıştır? Bu soruya çocukluk döneminde bulduğu avutucu yanıtlar, kendine söylemekten hoşlandığı yalanlar vardı; sözgelimi belki bir kazada ölmüşlerdi, onu isteyerek terketmemişlerdi; belki de birileri onu kaçırmış ve sonra bakımevine bırakmışlardı. Sığınmaya çalıştığı yanıtların hiçbiri terkedilmişlik duygusunu aşmasına yardımcı olamamış, sıradan bir insan olduğunu, yeryüzündeki herkesin başına bu tür şeyler gelebileceğini düşünmemiş ve kendisini özel yaptığını sandığı bu eziklik ve kimsesizlik koşuluna sıkısıkıya bağlamıştır.
Bir Charles Dickens romanının kahramanı olmadığından ve bu yazarın adını bilmek şöyle dursun, kitapla, edebiyatla, herhangi bir güzel sanatlar dalıyla kendini geliştirmeyi hiç bir zaman aklının ucundan geçiremediğinden o roman kaharamanlarının yapayalnızlıklarında kendi varoluşlarından güç bulup yaşama ve iyiliğe sarılmalarını da elbette kendisi ile özdeşleştiremezdi.
Taşkafa’ ya göre yaşam çok zordu, tüm insanlar ona kötülük yapmak için bir fırsat kolluyordu, para onun herşeyiydi ve yine tüm insanlar buna engel olmaya çalışıyorlardı. Kendisini bu saplantılı düşünceye kaptırmakta bir sakınca göremeyecek kadar küçük bir dünyada yaşıyordu ve bu karanlık dünyadan yalnızca kendisine nezaketle ve iyilik düşünceleri ile yaklaşanlara karşı bile savaşmak üzere çıkıyordu.
Savaşçı bir ruha sahip olduğu söylenemez: İçin için yenildiğini kabullenemese de kolayca pes edip geri çekiliyor, cehaleti ve aymazlığı onu attığı yanlış adımlarda hep zor durumda bırakıyor; dünyanın sahibi olma dürtüsü ile umarsızlığından kurtulma çabaları onu daha derin karanlıklara çekiyordu.
Taşkafa yüzeyseldir. Güzel sanatlarla ilgilenmemesi bir insanın hoşgörülebilir bir eksiği sayılabilir, fakat Taşkafa güncel gelişmelerle ve siyasetle de ilgilenmediğinden kendisini karşısındaki kişilerle özdeşleştirme yetisi olmadığından toplumsal yaşantısını da okuma yazma bilmeden önüne gelen kağıda parmak basan ve kendisine söylenilenleri yapan kukla bir diktatör gibi yönetmeye çalışır.
Sağlıklı duygulara ve insancıl yargılara sahip, olumlu örneklerden oluşan ebeveynlerin yetiştirdiği insanlar bile üzüntü sonucu hastalıklara yenik düşebilirken Taşkafa’ nın kayıplarla örülmüş ve orta yaş sıkıntısında ilerleyen ömrünün çeşitli bağımlılıklarla çürüyen bedeninde bu kadar sürmesi şaşırtıcıdır.
Taşkafa hakkında söylenebilecek çok sözcük var: Taşkafa’ yı tanımlamak içi boş, çatlamış, parlaklığını ve işlevselliğini yitirmiş cam bir bardağı anlatmak gibidir; boşluğunu, hiçliğini açıklayabilmek için dopdolu, canlı ve kapladığı alanın hakkını veren bir insanı anlatırken gerekeceğinden daha çok sözcük kullanmak zorunludur.
İlkokul yıllarından bu yana çirkinliği nedeniyle ne erkek ne de kız arkadaş topluluklarına katılamamış. Karşı eşeyden olanların onu aralarına almamaları anlaşılır bir şey; kendi türünden arkadaşı da yok, mahalleden tanıyıp da selam veren de yok ahbabı sanırlar diye çünkü onu gören komşuların kendilerine asla yanaşmayacaklarından korkarlar. Onunkisi öyle bir iticiliktir ki, kişiliğin dışa yansıması ancak bu kadar olur: Yanımızda bir tipsiz dursun da biz daha çekici görünelim diye bile düşünemezler onun varlığının tiksindiriciliği karşısında. Acıyıp bir kez yanında gezdiren olmuşsa da ağzını açıp konuşmaya başlayınca semt değiştirmişlerdir sonunda.
Böyle kötü niyetli ve istenmeyen biri savunma olarak elbette yine kötülüğe başvurur: Tinimi değiştireyim, yüzüme yansısın ışığı diye düşüneceğine denetimini tümüyle yitirip cazgır, görgüden bihaber, kaçınılası biri olarak ve böyle olmakta kendini haklı bularak yeryüzünde nefes almayı inatla sürdürmektedir.
Para ile güç kavramlarını birbirine karıştıran sıradan zekaya sahiplerden olduğundan tatsız yalnızlığına bununla çareler arar, başarılı olamaz. Suyunu içen, etini yiyen, bunun yanında insan diye yanında taşınmayacağını bilen midesiz bir iki sıradan zekalı parasına parası, yemeğine yemeği gözüyle bakarak ve onların da Taşkafa’ dan farklı bir yaşantıları olmadığı için kısa süreli olarak yanında görünür kaybolurlar. Bir kaç aydan uzun süreli tanıdığı yoktur.
Varlığının sonucu görüntüsünün ve sefil iç dünyasının farkında olduğundan kendini ve olduğu halini değiştirecek güce sahip olmamanın verdiği öfkeyle çevresine saldırgan davranmakta bir sakınca görmemektedir: Affedilmemek gibi bir korku taşımayı bırakalı çok olmuştur, çünkü af dilese de geri çevrileceğini öğrenmiştir.
Tanıdığı, bildiği herkesin eksik ve olumsuz yanlarını arayıp bulmaya çalışır, her olanakta bu yanlarını yüzlerine vurur ve bu davranışı öldürücü bir gereç gibi kullanır. Başkalarının eksik, çirkin yönlerini yüzlerine vurarak kendi çirkinliğinden arındığını hissettiği o kısa zaman dilimlerinin ardından aynada yine kendisi ile yüzleşmek zorunda kaldığından bu silahı pek de ölümcül olamamaktadır.
Kısır döngü içinde bu dünyada cehennemi yaşar ve baş zebani edasıyla diğer herkese bunu yaşatmaya çalışırken geceleri uyumadan önce ve sabahları uyandığında aklından silmeyi başaramadığı ve yanıtını bildiğini sandığı o soru da kırmayı başaramadığı bu çemberde onunla birlikte dönüp durmaktadır: Görüntüsü mü ona yaşam veren insanları henüz çocukken onu terketmeye zorlamıştır? Bu soruya çocukluk döneminde bulduğu avutucu yanıtlar, kendine söylemekten hoşlandığı yalanlar vardı; sözgelimi belki bir kazada ölmüşlerdi, onu isteyerek terketmemişlerdi; belki de birileri onu kaçırmış ve sonra bakımevine bırakmışlardı. Sığınmaya çalıştığı yanıtların hiçbiri terkedilmişlik duygusunu aşmasına yardımcı olamamış, sıradan bir insan olduğunu, yeryüzündeki herkesin başına bu tür şeyler gelebileceğini düşünmemiş ve kendisini özel yaptığını sandığı bu eziklik ve kimsesizlik koşuluna sıkısıkıya bağlamıştır.
Bir Charles Dickens romanının kahramanı olmadığından ve bu yazarın adını bilmek şöyle dursun, kitapla, edebiyatla, herhangi bir güzel sanatlar dalıyla kendini geliştirmeyi hiç bir zaman aklının ucundan geçiremediğinden o roman kaharamanlarının yapayalnızlıklarında kendi varoluşlarından güç bulup yaşama ve iyiliğe sarılmalarını da elbette kendisi ile özdeşleştiremezdi.
Taşkafa’ ya göre yaşam çok zordu, tüm insanlar ona kötülük yapmak için bir fırsat kolluyordu, para onun herşeyiydi ve yine tüm insanlar buna engel olmaya çalışıyorlardı. Kendisini bu saplantılı düşünceye kaptırmakta bir sakınca göremeyecek kadar küçük bir dünyada yaşıyordu ve bu karanlık dünyadan yalnızca kendisine nezaketle ve iyilik düşünceleri ile yaklaşanlara karşı bile savaşmak üzere çıkıyordu.
Savaşçı bir ruha sahip olduğu söylenemez: İçin için yenildiğini kabullenemese de kolayca pes edip geri çekiliyor, cehaleti ve aymazlığı onu attığı yanlış adımlarda hep zor durumda bırakıyor; dünyanın sahibi olma dürtüsü ile umarsızlığından kurtulma çabaları onu daha derin karanlıklara çekiyordu.
Taşkafa yüzeyseldir. Güzel sanatlarla ilgilenmemesi bir insanın hoşgörülebilir bir eksiği sayılabilir, fakat Taşkafa güncel gelişmelerle ve siyasetle de ilgilenmediğinden kendisini karşısındaki kişilerle özdeşleştirme yetisi olmadığından toplumsal yaşantısını da okuma yazma bilmeden önüne gelen kağıda parmak basan ve kendisine söylenilenleri yapan kukla bir diktatör gibi yönetmeye çalışır.
Sağlıklı duygulara ve insancıl yargılara sahip, olumlu örneklerden oluşan ebeveynlerin yetiştirdiği insanlar bile üzüntü sonucu hastalıklara yenik düşebilirken Taşkafa’ nın kayıplarla örülmüş ve orta yaş sıkıntısında ilerleyen ömrünün çeşitli bağımlılıklarla çürüyen bedeninde bu kadar sürmesi şaşırtıcıdır.
Uzakta
_Kendi buzdağlarına rastlamaya çıkıyor yolcular
Edinip birer kartograf
Güvenemiyorum dilini anlamadığım kıtadan yansıyan çağrılara
Öyle yağmalanmış
Öyle dibe oturmuş
Toprak üstünde soluk almayı unutmuş
Ve hoşnudum demir sandukamdan.
Edinip birer kartograf
Güvenemiyorum dilini anlamadığım kıtadan yansıyan çağrılara
Öyle yağmalanmış
Öyle dibe oturmuş
Toprak üstünde soluk almayı unutmuş
Ve hoşnudum demir sandukamdan.
Yaz Güncesi
Güneşin alnında dolaştık, arşınladık,
Evler kurduk, bahçeler donattık, sonra yelken açtık
Zamanı öldürmedik, zaman yarattık
Bir ömre evrenin yaşını kattık.
Kararttık mevsimleri, yolcular uğurladık
Ta ki eller veda etti ardımızdan, göçebeliğin telaşından uyandık.
Evler kurduk, bahçeler donattık, sonra yelken açtık
Zamanı öldürmedik, zaman yarattık
Bir ömre evrenin yaşını kattık.
Kararttık mevsimleri, yolcular uğurladık
Ta ki eller veda etti ardımızdan, göçebeliğin telaşından uyandık.
Zakkum Ağacına (Deneme / 1985)
Gelmeni isterdim, teninden sıyrılmış, özgün tininle. Tüm sorulardan uzak, gönlündeki biçimlerle, duygulanmalarınla gel.
Ben de seni içi dışı bir kalıbımla karşılarım, nasılsa özgürsündür artık, beni de çeker alırsın derimin içinden. Canımı koyacağım önüne, üzerinde bungunluk olmasın.
Olmasın hiçbir çıkar aramızda, senin sevmekliğin, benim sevmek bilincim bir potada harmanlansın; erisin sen ve ben. . . yok, olmaz, sen ‘ i istiyorum dersen, diyeceksen yine fısıl fısıl o yapmacıklıkları, gelme.
Boyun eğmişim yazıma, sen de yola başlamadan adımını geri çek, zorlayamam seni. Senden yana kalsın yokuşlar, denizler, gemiler ve martılar: Ben yine bahar umudumla sımsıcak, insanları sevmeyi taşıyayım, ne kadar yorgun, sürüklenir olsam da. . .
Beni eksiltmek amacıyla yaklaşıyorsan gelme, hayır hayır, beni değiştiremezsin, varsın yine hüküm sürsün atmacalar, doruklarımdaki dağ papatyalarını yonsunlar. Boyun eğmişsen yazına, insanlığımı seninle de paylaşamayacaksam. . . ne çıkar? Her mevsim pembe, mor pıtraklandıkça sen, benimle alay edercesine, büyüklük bende kalsın derler ya, başımı eğip küçücük kalırım: Bunca tekdüzelik arasında ışıl ışıl gözlerinden kaçarak, daha da eğilirim toprağıma: Soranlara söylemem, neden cüce kalmış bu yaşlı çınar.
Sevmekle erişebilirdik o çizgiye. Bilmez misin son, incecik sınırlarda değildir. Sevgiye bunun için kuşkulu bakıyorum, sana değil kinim; sevmeler var ağdalı, ağulu, yarasalar kadar çok, ama kör: Sevmeler var biçim biçim, senin bana çiçeklerinle körpe yapraklarını eğmen, sevmek mi?
Var mı, dolu dolu, ılgıt ılgıt sevmek? Varsa benden sana, hepinize var; bunun için boy atıp, sürgün verip gölgeler kuruyorum: Kavrulmasın yürecikleriniz diye.
Sevmekle erişebiliriz o çizgiye, hani her gün doğuşunda uzanıp uzanıp dallarını ölçtüğün gökkuşağına.
İstersen, çok çok istiyorsan gökkuşağı da olurum seninle, kendimceliği bırakıp: Ancak ötekilerinin dikenli, verimsiz, hep yarışkan özsu çağıltılarından kurtulabileceğini hiç umma.
Kal olduğun gibi, bırak seni geçeyim, bu benim doğam, evet ben diyorum her zaman: Doğasallık aşılmalıdır, yapma, sarılmaya uğraşma, sarmaşık değilsin, sen nasıl çiçeklenmeye yükümlüysen ben de göğerip sevmeye yükümlüyüm bu aykırılıklar evreninde.
Yine de sevilmek istiyorsan korkusuzca, sarılıp gövdeme, yeşermek, arınmak renklerinden, yalnız yeşermek. . . tüm gücümle severim korkulara karşın sevmenin korkusuzluğuyla, birlikte göğe varabilmenin düşüyle benim sonbaharlarımda, yine birlikte dökülürüz rüzgarın üstüne, var mısın paylaşmaya, YAŞAMAYA?
Ben de seni içi dışı bir kalıbımla karşılarım, nasılsa özgürsündür artık, beni de çeker alırsın derimin içinden. Canımı koyacağım önüne, üzerinde bungunluk olmasın.
Olmasın hiçbir çıkar aramızda, senin sevmekliğin, benim sevmek bilincim bir potada harmanlansın; erisin sen ve ben. . . yok, olmaz, sen ‘ i istiyorum dersen, diyeceksen yine fısıl fısıl o yapmacıklıkları, gelme.
Boyun eğmişim yazıma, sen de yola başlamadan adımını geri çek, zorlayamam seni. Senden yana kalsın yokuşlar, denizler, gemiler ve martılar: Ben yine bahar umudumla sımsıcak, insanları sevmeyi taşıyayım, ne kadar yorgun, sürüklenir olsam da. . .
Beni eksiltmek amacıyla yaklaşıyorsan gelme, hayır hayır, beni değiştiremezsin, varsın yine hüküm sürsün atmacalar, doruklarımdaki dağ papatyalarını yonsunlar. Boyun eğmişsen yazına, insanlığımı seninle de paylaşamayacaksam. . . ne çıkar? Her mevsim pembe, mor pıtraklandıkça sen, benimle alay edercesine, büyüklük bende kalsın derler ya, başımı eğip küçücük kalırım: Bunca tekdüzelik arasında ışıl ışıl gözlerinden kaçarak, daha da eğilirim toprağıma: Soranlara söylemem, neden cüce kalmış bu yaşlı çınar.
Sevmekle erişebilirdik o çizgiye. Bilmez misin son, incecik sınırlarda değildir. Sevgiye bunun için kuşkulu bakıyorum, sana değil kinim; sevmeler var ağdalı, ağulu, yarasalar kadar çok, ama kör: Sevmeler var biçim biçim, senin bana çiçeklerinle körpe yapraklarını eğmen, sevmek mi?
Var mı, dolu dolu, ılgıt ılgıt sevmek? Varsa benden sana, hepinize var; bunun için boy atıp, sürgün verip gölgeler kuruyorum: Kavrulmasın yürecikleriniz diye.
Sevmekle erişebiliriz o çizgiye, hani her gün doğuşunda uzanıp uzanıp dallarını ölçtüğün gökkuşağına.
İstersen, çok çok istiyorsan gökkuşağı da olurum seninle, kendimceliği bırakıp: Ancak ötekilerinin dikenli, verimsiz, hep yarışkan özsu çağıltılarından kurtulabileceğini hiç umma.
Kal olduğun gibi, bırak seni geçeyim, bu benim doğam, evet ben diyorum her zaman: Doğasallık aşılmalıdır, yapma, sarılmaya uğraşma, sarmaşık değilsin, sen nasıl çiçeklenmeye yükümlüysen ben de göğerip sevmeye yükümlüyüm bu aykırılıklar evreninde.
Yine de sevilmek istiyorsan korkusuzca, sarılıp gövdeme, yeşermek, arınmak renklerinden, yalnız yeşermek. . . tüm gücümle severim korkulara karşın sevmenin korkusuzluğuyla, birlikte göğe varabilmenin düşüyle benim sonbaharlarımda, yine birlikte dökülürüz rüzgarın üstüne, var mısın paylaşmaya, YAŞAMAYA?
..............
Söyleyemediklerimizi yazıyoruz
Ki bizi yolumuzdan döndüren gecenin ışıklarına anlatacak mecalimiz kalsın
En parlak yıldız bile yanına yoldaş arıyor
Hep güleceksin o fotoğraflarda
Doğrudur ağladığım senden sonra rakı sofralarında
Yalansız tek günüm ağladığım akşamdır Ege kıyısında fermante edilmiş mutlulukla
Tüm çiçeklere, tüm ağaçlara gözüm ilişince seni anıyorum; yeryüzü senin adın.
Masum yönleri olan sıradan bir insanım,
Dağlar gibi aşılmaz görünsem de senin önünde bir çakıl taşından farksızım.
Ki bizi yolumuzdan döndüren gecenin ışıklarına anlatacak mecalimiz kalsın
En parlak yıldız bile yanına yoldaş arıyor
Hep güleceksin o fotoğraflarda
Doğrudur ağladığım senden sonra rakı sofralarında
Yalansız tek günüm ağladığım akşamdır Ege kıyısında fermante edilmiş mutlulukla
Tüm çiçeklere, tüm ağaçlara gözüm ilişince seni anıyorum; yeryüzü senin adın.
Masum yönleri olan sıradan bir insanım,
Dağlar gibi aşılmaz görünsem de senin önünde bir çakıl taşından farksızım.